17 Aralık 2007 Pazartesi

bozuk bu rüya

çalılara yasladım sırtımı. uyudum. uyudum. dünün yazısının sonunu gördüm rüyamda: uyuyordum. elleri üşüyen ecinniyi, kara saçlı cüceyi, topal meleği bekliyordum uyanmak için. gelmediler, uyanamadım. öyle olunca da rüya bitti, uyandım.

yolla biten sonlar

bir gecenin sonundayım. erken biten, beklediğimden daha azını veren, yarına pek az şey bırakacak bir gecenin son satırları için buradayım. bunlar, tükenmiş günden artanlar... annemin bayat ekmeklerle yaptığı köfteler gibi, elimde kalan birkaç harfi yan yana getirip, yüzyılın en bayat yazısını yazıp gideceğim.

tamamlanma hissi. yüz defa mı düşündüm, bin defa mı yazdım, milyon defa mı hissettim, yoksa hep kayıp mıydı? kaç defa eksik, kaç kez bütün oldum? ve neden istatistik sevgili serpil? rakamları bilmek bu hesabı kolaylaştıracak mı sanki? dört işleme sığmayan bir hesapta, rakamlar zaten bilinmezlerin temsilcisi değil mi?

bu kadar soru sorunca, yüzyılın en bayat yazısı bile bir şeyler söyleyecek gibi oluyor. dile gelmesine izin versem, yanıtlar kapıda bekliyor. ama işte yoksunluk duygusunun çekim alanından çıkmadan, bu sona bir yol uydurmaya gönüllü olmadan tek laf edecek değilim. elimde ufalanmış bayat ekmek parçaları, karşımda çalılarla kapanmış bir yol, üstümde dünden kalma bir bitkinlik, ruhumda hiçbir şeye değişmeye iznim olmayan bir yoksunluk... bu son, hiçbir yola çıkmayacak. çıkmayacak. çıkmasın. bugün artık son'la bitsin.

20 Kasım 2007 Salı

durama!

ne fena bir eziyet... ne kötü bir niyet! amma acımasız bir dilek.

"yerinde durama e mi" demiş biri bana. duramıyorum. amaç ne, ne istiyor benden, hepsini birarada düşünüp taşınmak (taşınmak!) zorunda mıyım... peki gizem nerede? bana bu blogu açtığımda uzun uzun a'ların ve i'lerinle ilk mesajı sen atmıştın gizem. belki sesli harfleri ne kadar vurgulayabileceğini ilk mesajdan anlamamışımdır ama şimdi biliyorum işte... farketmez. dergi çıktığından beri yoksun. o kadar mı beğenmedin?

niye geceleri çalar bu kör şarkılar hep? peki gecenin sözcükleri..
>adım>soluk>baykuş>duman>sarıl>kule>tura>yanık>tınn>kırma>
boğuk>eskiz>hşşşş>hep-tura>virgül>(bazen de)nokta>bensiz>benli>
kırık>hayat... bir yüklem kadar net, bir zamir kadar "aman şahit göstermesinler" gece..>yüksüz.

bunlar mıdır? bu anahtarlarla açılan mıdır gece?

geceye>kalanlar>geceden>kalanlara>anlatsın>.

6 Kasım 2007 Salı

in rainbows

yağmurla radiohead'in seslerinin karışması iyiye işarettir muhakkak. yeni albüm (in rainbows) çıkalı çok oldu ama ben daha iki gündür dinleyebiliyorum. kafamdaki her şeyi uzaklaştırıp seslere yer açıyorum. house of cards'a, jigsaw falling into place'e, videotape'e, yağmura.. güzel tesadüf.

4 Kasım 2007 Pazar

still alive

portal soundtrack'ten...

this was a triumph
i'm making a note here
huge success
it's hard to overstate my satisfaction
aperture science
we do what we must because we can
for the good of all of us except for the ones who are dead
but there's no sense crying over every mistake
you just keep on trying until you run out of cake
and the science gets done and you make a neat gun
for the people who are still alive

i'm not even angry
i'm being so sincere right now
even though you broke my heart and killed me
and torn into pieces
and threw every piece into a fire
as they burned it hurt because i was so happy for you!
now these points of data make a beautiful line
and we're out of beta, we're releasing on time
so i'm glad i got burned
think of all the things we learned for the people that are still alive

go ahead and leave me
i think i prefer to stay inside
maybe you'll find someone else to help you
maybe black mesa
that was a joke, haha, fat chance
anyway this cake is great, it's so delicious and moist
look at me still talking, when there's science to do
when i look out there it makes me glad i'm not you
i've experiments to run, there is research to be done
on the people who are still alive
and believe me i am still alive
i'm doing science and i'm still alive
i feel fantastic and i'm still alive
while you are dying i'll be still alive
and when you're dead i'll be still alive
still alive, still alive

3 Kasım 2007 Cumartesi

mutluluk, belki de huzur?

mutluluk, benim hikayelerimde çok yeri olmayan bir şey. hükmediciliğinden ve yapaylığından hoşlanmadığım bir şey mutluluk. arayıştan uzaklaştırdığı, bir şeyleri bitirdiği, açık uçları kapattığı için kendimi mutlulukla aynı cümleye, aynı yaşama yakıştıramıyorum. haliyle peşinden de koşmuyorum.

mutluluğu ne kadar geçici, yapay buluyorsam huzuru da o derece önemsiyorum. aptallaştırmadığı, zihni açtığı, yeni yolları aydınlattığı için seviyorum huzuru. peşinden, icabında danalar gibi, sürüklenmeye değer görüyorum. "iç huzuru".. "gönül rahatlığı"..

ama son 3 gündür öyle şeyler yaşanıyor ki mutluluğa teslim oldum. 1 kasım sabahı saat 6:00 civarında başlayan ve henüz durulmayan bir mutluluk bu. oyungezer'in kapağının ilk kez bir okuru tarafından açıldığı, gözlerin satırlarına değdiği, okunduğu, anlaşıldığı, derginin amacına ulaştığı andan itibaren peşimi bırakmayan bu şey, olsa olsa mutluluk... ama ayaklarım yerde, yeni sayı için planlar hazır, enerji ilk sayıda olduğundan da fazla, moraller süper..

başlıyoruz işte, yeniden ve mutlulukla. aralık oyungezer'ine bir ay kala..

29 Ekim 2007 Pazartesi

beklemenin düşündürdükleri

sayfaya "her gün pazar sanki" gibi bir slogan ekleyeli ne kadar oldu? bana çok taze gibi geliyor. her şeyin durduğu, yapılması gereken işlerin dağ gibi yığıldığı ama günlerden pazar olduğu için bilinçaltının (ve üstünün) hiçbir işi halletmeye izin vermediği, bir iç sıkıntısıyla ertesi günün, hep ertesi günün beklendiği o bitmez pazarları geride bırakalı çok mu oldu cidden?

çok yakın gibi geliyor ama öyle olamayacağını biliyorum. çünkü araya upuzun bir "her gün pazartesi sanki" dönemi girdi. parmak uçlarım, gitara yeni başlamış bir heveslinin parmak uçları gibi.. zonkluyor. ama çalabildiğim ve haftalardır çaldığım tek melodi klavyeden çıkan tıkır tıkır, ritmik bile olmayan bir küçük gürültü.

bütün bu "pazartesi" boyunca yaptığımız işler rüyalarımda bile devam ediyor (dün gece, oyungezer'e yazdığım bir yazının basılmış halini gördüm mesela, düşündüğümden çok farklı görünüyordu ve ben anlamaya çalışıyordum, "bu güvercinlerin konuyla alakası ne, erden niye güvercin resmi koymuş ki bu sayfaya" diye).

sol omzum feci halde kitlenmiş durumda. absürd hareketler, absürd duruşlar geliştirdim omzum daha az ağrısın diye (bi de annemin verdiği kas gevşeticiler var, 3 saatliğine filan da olsa işe yarıyor cidden).

çok okuduk, çok yazdık, çok kafa patlattık, çok heyecanlandık, sabırsızlandık, ümitsizliğe kapıldık, coştuk, sinirlendik ve çok istedik... geride kalan 1,5 ay koca bir pazartesi günüydü ve biz bir günde dört mevsim yaşadık. gün biterken elimizde bir dergiyi dolduran, hatta oradan taşıp gelecek aya kalan metinler birikmişti. hepsini iri bir makinaya teslim ettik. şimdi bekliyoruz. 2 gün, 3 gün.. beklemek pazara mı denk düşüyor yoksa pazartesiye mi...

cumhuriyetin 84'üncü yıldönümü, onu anlayabilen herkes için kutlu olsun.

16 Ekim 2007 Salı

kolektif fısıltı

Oyungezer'i Google'layın. Karşınıza önce bir soru çıkacak; "did you mean younger?" ("Daha genç mi demek istemiştiniz?") Oyungezer'in içinde younger anagramı bulmak Google'a has bir yetenek fakat ilginçtir, sorunun yanıtı "evet". "Evet, daha genç demek istiyorum; daha heyecanlı, daha sıcak, daha gerçek, daha yaşam dolu, daha kolektif... Evet, Oyungezer derken aslında tüm bunları da demek istiyorum."

Oyungezer'i Google'lamanın ikinci ve asıl önemli sonucu, bu derginin birkaç kişilik bir heyecan timinden çok daha fazla insana ait bir proje olduğunu göstermesi. Google'da çıkan yüzlerce sonuçtan azımsanmayacak bir bölümü, Eylül ve Ekim ayları içinde hayata geçirilmiş ve ilk enrty'lerini Oyungezer'i duyurmaya ayırmış bloglar. Onlarcası, çok farklı platformların forum sayfaları. Donanım Haber'den Bildirgeç'e, Ekşi Sözlük'ten İTÜ'nün Teknik Forum'una kadar öyle çok yerde konuşuluyor ki bu sözcük, her şeyin bir fısıltıyla başladığına inanmakta güçlük çekiyorum.

bu arada dergide neler olup bittiğini de kısaca yazayım. ay başında mutfağa yığılan kahve ve kolalar bitti, geçen haftaki temizlikten sonra pırıl pırıl olan çalışma odamız silent hill evrenine dahil bir mekana dönüşmeye başladı, üstünde oturmaya kıyamadığımız kanepelerin iyi birer yatak olduğu keşfedildi, ilk yerleştiğimizde "hoşgeldiniz"lerle karşılayan komşularımızdan ilk şikayetimizi aldık, telefonumuzu bozduk, bardak kırdık, ilk çöp kutumuzu çöpe attık, öğlen 11-gece 1 şeklindeki çalışma saatlerimizi sabah 11- sabah 6'ya yuvarladık... sonra dün gece derginin ilk kapağının ilk taslağını yaptık ve tüm bu anlattıklarım bir anlama kavuştu. bir anlamın ortaya çıkma anına tanıklık etmek ve o anı heyecanla bekleyen binlerce gözle paylaşmak... içindeki yüklü anlama rağmen anlatamayacağım bir şey bu.

düşündüğünüz, konuştuğunuz, yazdığınız, katıldığınız, bizle birlikte heyecanlandığınız, beklediğiniz ve güvendiğiniz için teşekkürler oyungezerler. söylemeden geçemem; seviyorum sizi.

13 Ekim 2007 Cumartesi

her gün bayram?

hani bize her gün bayramdı? tabii kastedilen bayram seyran dinlemeden çalışmaksa bir yanlış yok. demek ki ben tam tersinden anlamışım meseleyi. sanmıştım ki deliliğe vurursan her gün yan gelir yatarsın (çok sıkıcı, ömür tüketen bir şeydir aslında bu yan gelip yatmak).. işin içinde bir delilik (ya da bir delirme hali) var ama bende mi yoksa bu lafı uyduran abide mi bilemedim.

herkese tatlı bayramlar. mümkün olduğunca dinlenin, hayal kurun, gezin, oyungezer okuyun =)

not: dün birden paranoyaklığım tuttu, ya derginin ismini öğrenen birtakım fırsatçılar yemeyip içmeyip oyungezer ismini kullanarak bir dergi yapmış ve piyasaya çıkartmışsa diye.. markete gittiğimde hemen ortalığı kolaçan ettim. ters e görmedim hiç rafta, rahatladım..

9 Ekim 2007 Salı

ay(dın)lık dergi

okuma önerisi: bu metin oda sıcaklığında ve şu linkteki ilk mesaj okunduktan sonra en ideal sonucu verecektir.

bu gece bir ayrı.. bin çeşit kaygıyla bir o kadar beklentinin karışımından oluşan oyungezer'in artık bir "geri sayım" takvimi de var. bu geceden itibaren 22 defa daha geceyi göreceğiz ve olağanüstü bir aksilik olmazsa bir sonraki sabah bayiden ilk oyungezer'imi alacağım. bunu hayal etmek bile müthiş bir heyecan veriyor.. üsküdar'dan mı alsam, koşuyolu'ndan mı? küçük bir markete mi sorsam yoksa vızır vızır işleyen o kiosklardan birinin standında gözlerimle mi arayıp bulsam? satıcıyla "benden önce alan oldu mu?" muhabbeti yapabilmek için bir iki gün daha mı beklesem, yoksa "ya bir başkası buradan almak ister de ben önce davrandığım için dergiyi bulamayınca vazgeçer" korkusuyla hiç almasam mı?

bu gece oyungezer'in gün yüzü görmesine sadece birkaç mutlu cumartesi, birkaç sıkıntılı çarşamba, bir iki tane de leş pazar kaldı. ve bana şimdiden ortalık aydınlanmış, sabah olmuş gibi geliyor. kulağımda tom waits'in viskiye bulanmış sesi: "november has tied me / to an old dead tree / get word to april / to rescue me (...)"

4 Ekim 2007 Perşembe

ta taaa!

şu yukarıdaki sözü, ilk sayıyı bayide gördükten sonra söylemek için saklamak istiyordum ama öyle bir dilime yapıştı ki artık sokakta tanıdık biriyle karşılaştığımda bile selam vermek yerine "ta taa" der oldum.. niye ki acaba. neyse, günün anlam ve önemi bu sözcüklerde değil, oyungezer online'da.
hepinizi oraya davet ediyorum, gönüllü beta tester'larımız olun, forumlarda konuşun, kaynaşın, bizi yalnız komayın.. hadi şimdi oraya gidiyoruz.

24 Eylül 2007 Pazartesi

köşe yazım - bilinç kaydı

ayın 24'ü, sabahın 5'i... her ayın bu haftası, gecelerden birinde ve tam olarak bu saatlerde köşemi yazıyor olurdum. şimdi durup dururken uzun uzun bir şeyler yazma ihtiyacı duymamın sebebi bu olsa gerek. bütün bir ay (hem de eylül, yani ayların en mürekkeplisi, en değişkeni, en yazdıranı) üç beş cümleli, pratik blog yazıları yazdıktan sonra artık kafamı delip geçecek sağlam bir şeylerle çarpışmanın vakti geldi.. ama önce şunu söylemeliyim: bienal başladı, istanbul kendine bir katman daha ekledi. köhneliğin, cazibenin, nefretin, koşulsuz sevginin, ayyaşlığın, yok etmenin, varolmaya çalışmanın şehri istanbul bienalle birlikte iyimser düşüncenin, pozitif algının şehri oldu iki aylığına. bu aralar şehri dolaşma şansınız olacaksa gözünüzü kulağınızı açık tutmaya bakın, her an her köşeden bir "happening" fırlayabilir, boş boş baktığınız bir vitrayın içinde orada olması beklenmeyecek şeyler görülebilir, önünüzden alümünyum folyo kaplı yaşlı bir belediye otobüsü geçebilir.. ya da tophane'ye gidilir ve istanbul modern'in yanıbaşındaki antrepoda, izleri şehre yayılmış sürprizlerin çoğu tespit edilir. çıkışta bir çay ve boğaz manzarası eşliğinde "iyimser sanat"ın mümkünatı var mı yok mu, ya yoksa diye kafa cilalanabilir.

--

"unutturmak" hakkında yazasım var bu ay. kişisel sözlüğümde karşılığı ancak "çocuk avutmak" olabilecek bir sözcüğe karşı bir ayda bu kadar öfkeyi ne diye biriktirdim, onu anlamak istiyorum. ve bunu bir şikayet dilekçesine dönüştürmeden nasıl yapabileceğimi merak ediyorum. zira bir aydır olup biten tuhaf şeylerin ve bu satırlarda buluşan muhtemelen herkesin bir şekilde dahil olduğu kopuş sürecinin tortusu bu sözcük. level forumlarından başlayıp bire-bir muhabbetlere uzanan, aradaki her basamakta kendini apaçık belli eden "unutturma" çabasının
yarattığı hayreti anlatmak geçiyor içimden. bana george orwell'in bin dokuz yüz seksen dört'ündeki gazetelerden silinen haberleri hatırlatıyor bu çaba. sadece kurgu ürünlerinde görmeyi bekleyeceğim "sistemi korumak için geçmişi unutturmalıyız" prensibinin burnumuzun dibine kadar giren kocaman bir gerçeğe dönüşmüş olmasına hayret ediyorum. en azından bin dokuz yüz seksen dört'tekine yakışır bir atla-deve arıyor gözlerim ama gariptir, görebildiğim tek şey incir kabuğu.. küstah ve sevimsiz görünmek pahasına bu kadar küçük oynamayı göze alabilenler gerçekten garip geliyor.

"unutmak" ile bir sorunum yok. istediğiniz ya da boşverdiğiniz ya da zaten hiç farkına varmamış olduğunuz için unutmak bütünüyle bireysel bir şey, sizden başka kimseyi ilgilendirmez. evin anahtarını içerde unutmak kadar, annenin doğum gününü unutmak kadar, faturayı gününde yatırmayı unutmak kadar, bir zamanlar vazgeçilmez gelen bir şeyleri unutmak da doğal. yeter ki kendi haline bırakılsın.. garip ve doğadışı olan, bu sürecin sizin adınıza, sizin yerinize, dev bir hizmet olarak bir başkası tarafından işletilmesi.

22 Eylül 2007 Cumartesi

kendi dilinde bir dergi

başından beri dergiye türkçe bir isim bulmak istiyorduk ama öneriler giderek fantastikleştiği için bu inattan vazgeçmek üzereydik. sonra biriniz "oyungezer" dedi... ne? nasıl? yıllardır ismine yakışır şekilde dergi dergi dolaşmış, zaman zaman ortadan kaybolup gitmiş, zaman zaman da aynı anda iki ayrı yerde görülmüş bir sayfa, kocca bir dergiye ismini verebilir mi? bu öneriye başta direk karşı çıktım. sonra birkaç saat kafamda çevirdim durdum, sanki bu ismi ilk kez duymuşum gibi, kendisiyle hiç tanışıklığım yokmuş gibi... ertesi gün toplandığımızda "oyungezer"in yepyeni macerası da resmen başlamış oldu. ya da yepyeni maceramızın artık bir ismi vardı: oyungezer. yol ve macera ve oyun ve içtenlik ve hınzırlık ve bağımsızlık... şimdiden hepinize iyi yolculuklar.

18 Eylül 2007 Salı

yazma-ma-mekaniği


yazacak çok söz var ama onları biraraya getirecek kadar zaman yok. sessizliğime biraz daha katlanmanı rica ediyorum canım okur, birkaç günde birkaç şeyi daha halledip bu huzur mekanına geri döneceğim.

9 Eylül 2007 Pazar

kaç kişiydik o zaman, kaç blog olduk şimdi..

sinan'ın sayfasında hararetli bir isim arayışı sürüyor. olgay paşa, konağında geç bir tatil havasında, mangalda pişmiş türk kahvesini içip gözlerini boğaz'ın sularıyla dinlendiriyor. eren shinigami'lerini toplamış başına, L'in de katkılarıyla güzel güzel sohbet ediyor. berkant her daim gaz, enerjisi bitmiyor. mehmet (bay k.) okuyanları sürükleyen cümleleriyle dünün ve yarının izini sürüyor. tuğbek kendi cumhuriyetini kurmuş, sazlı sözlü, db9'lı bir ev veriyor konuklarına. homesick alien, oyungezer'ini teskin ediyor, rüya tamirleri yapıyor işsizlik döneminde..

bir çeşit tesadüfi gerilla taktiğiyle, hep birlikte ama organize olmadan internete attık kendimizi. bazılarımızın çoktandır blog sayfası vardı ama şimdi kimse boş bırakmıyor sayfasını. yazanlar, okuyanlar, yorum yazanlar, link ekleyenler, oradan oraya zıplayanlar.. bu sayfalarda olup bitenler yeni derginin nabzını belirliyor ki ampirik hesaplarıma göre son derece yüksek kendisi.

o an yaklaşıyor. zaman, bazen rahatsız eden ama asla vazgeçilmez bir kardeş gibi dürtüklemeye devam ediyor. james çalıyor, dinlendiriyor, aklımdan oğuz atay geçiyor, "canım hayat" diyorum kendi kendime, "sonunda bana bunu da yaptırdın."

8 Eylül 2007 Cumartesi

"bir avuç toz"

tuğbek'in şu yazısını ve özellikle de yazıya eşlik eden fotoğrafı gördükten sonra bu gece hiçbir şey yazasım gelmedi... zor be kardeşim.

6 Eylül 2007 Perşembe

"bir kış gecesi eğer bir yolcu..."

günde yarım saat "kasetten" japonca dersi, bir iki bölüm inuyasha, birkaç manik birkaç da depresif kriz (bunların bazıları 12 dev adamın maç saatlerine denk düşüyor genellikle), bir iki saatlik proje etüdü, okuma seansları, yazma denemeleri ve blog. geçiş dönemi yaşam düzenim yaklaşık olarak böyle bir şey.

geçiş dönemleri iyidir, eskileri analiz etmek ve anlamlı bir paket haline getirmek, yani kafaya defrag yapmak için değerlendirebilirsin bu süreyi. bir aşkın sonunda, yenisine başlamadan önce ne kadar ihtiyacın varsa bir işten ayrılıp diğerine giriştiğinde de bir ara vermek o kadar faydalıdır (all your base are belong to us). pek ara vermiş gibi değilsek de level'daki alışkanlıklarımızı terk etmek, yerine daha sağlıklı bir şeyler koymak için iyi bir süreç bu. bir de şu acayip rüzgâr dursa, mis gibi bir yağmur yağsa...

bu arada şimdiye kadar joystiq'ten başka blog takip etmeyen biri olarak fazlasıyla bu atmosfere bulanmış durumdayım, hiç de şikayetçi değilim. en son varolmayan şövalye de nefis bir kitaptan nefis bir blogcuya dönüşmüş durumda. bunlar hep görmek istediğimiz şeyler tabii.

4 Eylül 2007 Salı

sevgili blog...

hani insan ruh halini anlatacak sözcükleri bir türlü bulamadığında kolaya kaçıp bulunduğu ortamı anlatır... "burada serin bir rüzgâr var" (ruhum ürperiyor demek istiyor), "bütün ışıkları kapattım" (korkunç depresifim bu akşam anlamında), "bilgisayarın uğultusunu dinliyorum" (öyle yalnız hissediyorum ki...), "buzlu kolam, peynirli cipsim var" (rahatım, iyiyim, eğlenmeye çalışıyorum), "yağmur yağıyor, toprağın kokusunu buradan alabiliyorum" (kedi seven ve yalancı bir insanım -tamam bunu abarttım) gibi bir ton şey. ben de doğrudan nasıl hissettiğimi anlatmaktansa bu tür kalıpları haşince kullanmayı tercih edenlerdenim aslında. level'daki köşe yazılarımda da (bir sayfa dolusu bir köşedir kendisi) durmaksızın içimi döktüğüm düşünülürse, sanırım şu ana kadar hangi şartlar altında yazı yazdığım konusunda fazlasıyla gevezelik etmişimdir. orada söylemediğim muhtemelen tek şey, yazı yazarken öküzlemesine sigara içtiğimdir ki aslında şimdi de bunu söyleyerek ne kadar "doğru" bir şey yaptığımı bilmiyorum. buraya değil de bir deftere yazıyor olsaydım bile bu meseleyi açmak istemeyebilirdim hatta. neyse, dergideki sayfamdaymışçasına belli bir adap ve disiplin içinde yazmaya devam etmek en iyisi olacak... blogla günlüğün birbiriyle hiç alakası olmayan şeyler olduğunu bizzat farketmek de bu sabahın körüne kısmetmiş demek.

2 Eylül 2007 Pazar

hıçkırtan gerçek!

pek neşeli bir akşam bu akşam. evde ziggy'yleyiz, o sıkkın, havlayıp duruyor. sigur ros çalıyor, son derece sıkkın. odamın lambası 1500 yıldır patlak, masa lambası olabildiğince sıkkın, her an siyaha geçebilecek bir turuncuyla aydınlatmaya çalışıyor buraları. içecek stoğum sınırlı, uykusuzluk sınırsız... ama içim içime sığmıyor.

bu gece muhtemelen uyumayacağım, yeni dergi hışır hışır ediyor kafamın içinde, bir türlü rahat vermiyor. şu iki parçayı birleştir, yok ama önce şu soldakileri bir atalım, oradaki kutucuğu kaldır, buradaki spotu yeniden düzenle... ortada daha hiçbir şey yokken bu kadar motive olduğum bir iş daha hatırlamıyorum. bu coşkuya yaklaşabilen tek anım, ilkokula başlayacağım hafta babamın getirdiği sarı sırt çantasını gördüğümde hissettiklerim.

iyi bir şeyler geliyor. biliyorum, zira hıçkırıyorum yarım saattir. dergi çıkana kadar da bardağın tersinden su içmek, bööö'yle korkmak filan kesmeyecek..

27 Ağustos 2007 Pazartesi

silik mavi

uzun uzun konuşmayı değil ama kontrolü klavyeye bırakıp uzun uzun yazmayı seviyorum. ama blogun bu ilk mesajına bu muameleyi yapmayacağım. düşünülecek, tartılıp biçilecek öyle çok şey var ki söylemeye ya da yazmaya sıra gelmiyor. sıra gelse de içimden gelmiyor. silik bir maviyi anlatmanın, sözcüklere yüklenmemesi gereken bir şey olduğu hissiyle, susmaya doğru yanaşıyorum.

aidiyet hissi güçlüdür, çöpü kapının önüne çıkartır gibi atamaz insan bu hissi. dahası çıkartıp bi kenara koymayı başarsanız da hafiflemiş olmazsınız, yeri açık kalır. ancak ve sadece zamanla yeni açıkların yanında unutulmaya başlar, kaybolmasa da...

kafamı allak bullak eden şey işte bu. aidiyet hissim parçalanırken bir yandan yepyeni bir aidiyet başlıyor. uzaktan silik mavi bir şeyler yaklaşıyor, neye dönüşeceğinden emin olmasam da kendimi içine bırakabileceğim, sarılabileceğim, ait olabileceğim yeni bir şeyler... kafam karışıyor.