5 Aralık 2009 Cumartesi

one tree hill

artık şu tespiti yapabilirim... eğer televizyonu açmışsam ve one tree hill varsa ve ben zaplamak yerine izlemeyi tercih edip neyden bahsettiklerini bile bilmediğim halde karakterlerin ettiği laflarla ve çalan şarkılarla hüngür hüngür ağlıyorsam kötü günler geçiriyorum demektir.

13 Ekim 2009 Salı

kim bu kafa!?!1


kocaman, ağır mı ağır, ikinci bir kafayla uyandım bu sabah. lodos kafasıymış. pencere açıktı, bütün ev uğulduyordu, yeni kafam yerinden kıpırdamak istemiyordu. dedim ki, seni bloga yazayım da cümle aleme rezil ol, gör gününü.. fakat yeni kafam hâlâ kocaman. diğeri de yazık, yazarak falan lodosun henüz süpürmediklerini kurtarmaya çalışıyor.
bulursam bu kayda bir tane resim ekleyeceğim. ya da rüyatamirleri'ni rahat bırakıp ciddi ciddi twitter kullanmaya başlamak..

edit: gerçekten tam da aradığım gibiymiş.. (bulamadım, gelme üstüme =/ )

12 Ekim 2009 Pazartesi

silly silly saliva

mutsuzluğun ziyaret etmeyi sevdiği mekânlar

banyo: bir sinema klişesi bu, bayağı da doğru olanlarından biri bence. sıcak su üstünden akıp giderken banyodaki ayna gibi aklın da buğulanır, düşüncelerin nemlenir, ağlayasın gelir.

kahvaltı masası: mutsuzluk hayvanının en acımasız ziyaretleri niyeyse daima yemek sırasında olur, özellikle de kahvaltıda. lokmaları yutamazsın çünkü kelimeler vardır boğazında, yolu tıkıyordur. ama konuşamazsın çünkü güzel bi şeydir kahvaltı, konuşursan mahvedersin, mahvetmek istemezsin, kimse mahvetmeni istemez.. yemeyerek yeterince ayıpsın. büzüşüp kal öyle orada.

balkon: akşamsa, şehir istanbul'sa, her yer ışıksa, arabaysa, insansa ve sen balkonda oksijen avındaysan.. birden gözler, kulaklar, ruh kamaşır. ne içeri girebilirsin, ne dışarı uçabilirsin. sıkışıp kaldığın bu yeri mutsuzluk kaplar, oksijen biter.

ayna karşısı: favori mutsuzluğum. anlatmaya gerek bile yok, rutin, gündelik, olağan.

yol: taksinin arka koltuğunda, şoförün paslarını dışarı atıp yol manzarasıyla baş başa kaldığında, tek başına otlayan sıska bir at görürsün, havalanan bir poşet, refuja yerleşmiş bir ayyaş, vanının penceresinden kültablasını boşaltan bir salak, belki de timsaha benzeyen bir bulut.. fark etmez... mutsuzluk gelir bunlardan biriyle.

bir de mutsuzluğundan o kadar da emin olamadığım bir şey var. mtv açıksa ve mustafa sandal varsa.. herhangi bir şarkısı, herhangi bir klibi.. izliyorsun ya hani bi de.. işte çok zavallı bir an o.

10 Ekim 2009 Cumartesi

maybe not




9 Ekim 2009 Cuma

mum

ben bu alıntıyı sözlükte okudum. keşke doğrudan oruç aruoba'dan okusaydım, bugün bir anda karşıma çıksaydı ve.. bilmiyorum ne değişirdi...

"bir mum yaktığında, bir süreç başlatırsın - ama yürüyüşü senin elinde olmayan bir süreçtir bu; artık, kendi oluşma biçimini izleyecek, senin elinde olmadan da, zaman içinde, varması gereken noktaya varacaktır.

mum, önce, bir noktaya kadar, kendi doluluğu içinde, güçlü güçlü yanar; ama yanışında belirli dengesizlikler oluşunca (ki, kaçınılmazca oluşur bunlar), çeperini delip, eriyik maddesini dışarı akıtıp, fitilini yakıp küçülterek, söneyazar - önlem düşünürsün: alır, kenarlarını düzeltir, bir madeni kutunun kabını ters çevirip, içine koyarsın - ama, boşunadır bu da : çünkü kendi süreci içerisinde oluşturduğu dengesizlikler sürmektedir - çeperleri tam düz değildir; içine koyduğun kabın belirli bir eğimi vardır - gene, akar dışarı, eriyik madde: kabın içinde yayılır; kap ısınır; dibine varmış fitil, artık, her türlü biçimini yitirmiş maddenin son kalıntıları içinde, ucu ucuna, yanıyordur - sönmesi yakın ve kaçınılmazdır.

şimdi yapabileceğin tek şey, kap içinde kalmış eriyik maddeyi bir kenarında biraraya getirip, muma benzer bir biçime sokarak, dibine dayanmış fitile biraz daha süre tanımaktır - ama artık bilerek: mumun, sönecektir.

elinden birşey gelmez - hep müdahele edersin; dersin, şöyle, suraya toplasam - şöyle, şu biçime soksam; şöyle, bir köşede, sürebileceği bir konum bulsam - şöyle... - boşunadır: madde tükenmeğe yüz tutmuş; güdük fitil de, dibine dayanmıştır.

ama sönmez bir türlü: fitil yok denecek kadar kısa; maddesi de, dikkatle belirli bir açıda tuttuğun kabın bir köşesinde, ancak küçük bir oyuk olarak kalmış; oysa alevi, eski canlılığından -sanki- hiçbir şey yitirmememiştir.

sönmez bir türlü - sen de, sonunda, gücünü toplayabildiğin bir anda, kendin üfleyip söndürürsün onu: mumun söner."

22 Eylül 2009 Salı

november

kabuklar, çiçekler, kokular, damlalar, ölü çekirdekler, kuru yapraklar, hatta kafamın arkasındaki kozalaklar.. kendimi daha önce böylesine doğaya ait hissetmemiştim, her yanımda onları hissediyorum, ellerim çamur içinde sanki. toprakla, ağaçlarla, kuşlarla birlikte donmaya hazırlanıyorum. dökülüyorum, dünden biraz daha soluk suratım, parmaklarımdan birkaç tanesi daha düştü. çok üşüyorum, daha da üşüyeceğimi bilmenin titremesi alıyor beni durup durup. her zaman canımın içi olan kıştan bu defa korkuyorum. böyle biraz da korkudan titriyorum. yukarda bağla yazıyor.. bağlayamadan kaçıyorum.

21 Eylül 2009 Pazartesi

between the bars

müziğine bayılmadığı ama sözlerini okumaya doyamadağı şarkıları n'apmalı insan?

şöyle bi şey olur mu mesela..

drink up, baby, stay up all night
the things you could do, you won't but you might
the potential you'll be that you'll never see
the promises you'll only make
drink up with me now and forget all about the pressure of days
do what i say and i'll make you okay and drive them away
the images stuck in your head
people you've been before that you don't want around anymore
that push and shove and won't bend to your will
i'll keep them still
drink up, baby, look at the stars, i'll kiss you again
between the bars where i'm seeing you
there with your hands in the air waiting to finally be caught
drink up one more time and i'll make you mine
keep you apart deep in my heart separate from the rest
where i like you the best
and keep the things you forgot
the people you've been before that you don't want around anymore
that push and shove and won't bend to your will
i'll keep them still

her tarafa between the bars yazmak istiyorum aynen böyle koyu koyu, bunun için twitter hesabı bile açabilirim (açmam, yani bunun için açmam, hem twitter'da bold yapabiliyo muyduk ki?). misery is a butterfly melodisiyle söylemeye kalksam kendini karnından bıçaklayan insanlar istatistiğinde bir kıpırdanma olur mu acaba.. iyi uykular sayın smith.

"varoluşçu olacağıma futbolcu olurum" diyen sayın diğer (robert) smith, aklıma gelmişken sana da iyi geceler.
(fakat yazık değil mi böyle konuşuyosun, ekmeğini bu işten çıkartan bir sürü insana saygısızlık ediyorsun. varoluşçular meslek odası toplanıp the cure ürünlerini protesto etse yeridir)

9 Eylül 2009 Çarşamba

ewr*

sonbahar hiç bu kadar gürültülü gelmemişti sanki daha önce.. hiç bu kadar ışıklı, elektrikli, görkemli olmamıştı ilk yağmurlar. öldürecek kadar ileri gitmiş miydi eylül yağmuru hiç? hiç hatırlamıyorum. eylülün aklımdaki ince, güçsüz, soluk kadın görüntüsünü de bulanıklaştıran bir yağmur bu.. ya da intikam serin ve ıslak yenen bir yemek.

yağmur kadar rüzgâr da hiddetli. hani bir şehrin hakim rüzgârı o şehrin insanlarının ruh halini benzer şekilde etkiler, bu da yetmez, şehrin karakterini belirler diye bir geyik var (inanmadığımdan değil, bazı geyikler gayet de gerçek ve hatta güzel gözlü). poyraz ayrı bir hava üfler ruha, lodos ayrı. işte bu geyiği yapanlar derler ki istanbul'da tek bir hakim rüzgâr olmadığı için insanları da şehrin kendisi kadar karmaşıktır, şaşırtıcıdır, kişilikler bölük pörçüktür. aynı anda hem mutlu hem depresif olabilir, birkaç rüzgâr arasında kalıp afallayabilir, bir rüzgârla yelkenlerini şişirip yola devam ederken, diğeriyle alabora olabilir insan bu şehirde.

şehir şimdi bütün gücüyle esen rüzgârların etkisindeyken benim de biraz karışık, biraz ağlamaklı, güçsüz ama patlamaya meyilli olmam anlaşılır bir şeydir herhalde, böyle anlamak istediğim sürece. hem yağmurla ıslatıldığı için bu rüzgârları daha da ciddiye alabilir, tüm yükümü onların kanatlarına yığabilirim. fizikle bile çelişmemiş olurum şüphesiz.


*: o kadar garanti bir başlıktı ki utandım "emotional weather report" yazmaya.. kısaltması en azından saçma oldu.

2 Eylül 2009 Çarşamba

yerinde duramamak

yerinde duramamak, oyungezer'in karakterini anlatmak için seçtiğimiz ve bence derginin en önemli özelliği. bilmiyorum bütün o eğlenceye vuran, bir şeylere inceden giydiren, hiçbir şeyi o kadar da ciddiye almayan havası içindeki huzursuzluğu, kıpırdanmayı, kendini aşma çabasını okurları da görebiliyor mu ama mesela bana her ay kök söktüren bir tavır bu. hayır bir manifestomuz falan da yok, belki de bu kuralsızlık içinde böylesine güzel sayfalar yeşeriyor, bilmiyorum (biliyorum ama çözmek istemiyorum bu dergiyi, manik depresif hallerini seviyorum, elinden tutup psikiyatra götürsek "borderline olmuş bu gariban, hii yazık" teşhisi koyacak, eminim).

neyse, dergiden konuşmayacağım. sadece o yerinde duramama huzursuzluğunu öyle çok hissediyorum ki içimde, bu sloganı kendime mal edip (serpil - yerinde duramayan dert kumkuması gibi) arkama bakmadan kaçmak istiyorum. gidilecek yer neresi ("nowhere"den başka), çalınacak kapı hangisi (alttan kaçıncı zil?), bir yerde durmak mı yoksa daha da gitmek mi (durmak, nefeslenmek biraz lütfen).. biraz yolculuk, sığınacak bir omuz, huzursuzluğu yatıştıracak sessiz birkaç dakika. bazen bütün bir rüyanın ana fikri bu (tam hatırlamıyorum ama dakikalar vardı, çok güzel, çok huzurlulardı). saatleri ayarlama enstitüsünün maneviyatına saygılarımla...

16 Ağustos 2009 Pazar

everyday is..

ah, tarihlerin peşinde koşamayacağım.. gün, ay, yıl veremeyeceğim... ama bu blogun başladığı vakitlerden bugüne kadarki zaman geçiyor kafamdan. "everyday is like sunday"in kocaman bir gündelik hayat standardı olduğu, her şeylerin neşeliymiş gibi görünen bir hüzünle aktığı, hayatıma oyungezer'in yavaş yavaş çakılmaya başladığı bir vakitteydim. bu kadar önemli olacağını hiç bilememiştim.

"everyday is like sunday"i bu blogun en sık hatırlayacağım cümlesi olarak seçerken aklımda tembelliğim vardı, umursamamak, bilememek, armageddon'u çağırmak ve yuvarlanmanın tadını çıkartmaktı hepsi. fakat zamanla "everyday is like sunday"e iki tarihsel kategori daha eklendi. bunlar sırasıynan, "i love you more than life" ve "mother, i can feel, the soil falling over my head" oldular.

artık pazarlar eskisi gibi bol değil. pazar tadındaki cumartesiler, perşembeler falan nadiren geliyor, gece yarısı olmadan da balkabağına dönüşüyorlar. boş geçirdiğim günlerin hesabı ya ertesi gün ya da ertesi ayın sayfalarında ödeniyor mutlaka. sonuç olarak pazarlar bu blogun sırtını yasladığı o pazarlar değil artık. ve hatta şairin de dediği gibi "i'm leaving monday, it's better than sunday"..

6 Ağustos 2009 Perşembe

meşhur gümüş ay

sabahın beşi, ağustosun da.. yazıyorum, çünkü iyi miyim değil miyim bilmek istiyorum. perdeler uçuyor, hava serin, oda sessiz, bir şarkı hariç. seviyorum bu odayı, bu müziği, bu geceyi, sessizliğin böyle bir sesin içinde yaşayabilmesini, bıraktığı tuhaf tadı, ayaklarımı kıpırdatmasını, kocaman bir ay altında büyülenmeyi, büyülü seslerin peşinde sürüklenmeyi.

yüzünü hiç göremedim ama biliyorum, karşımdaki cohen'di. bir dizinin üstüne çökmüş, şapkasını aya siper etmiş, inanılmaz bir sesle inanılmaz şeyler söylüyordu, hepsine inandım, gerçekti. açıkhava sahnesi dünyadan ayrılmıştı, başka ve dokunulmamış bir gezegendi artık kendi başına. dance me to the end of love başladığında kimse farkındaymış gibi görünmüyordu olacakların, birbirine manalı manalı bakıp gülümseyenler yoktu henüz ama ilk yarı bittiğinde hep birlikte fark ettik, artık dünyada değildik. her şarkıda biraz daha yaklaşmışız aya meğerse, dünya biraz daha arkada kalmış, ne güzel. şehirdekiler ne gördü o sırada bilmiyorum, gittiğimizi anladılar mı, açıkhava sahnesinden kalan boşluğa derhal bir otopark yaptılar mı, cohen'in bir sonraki konseri için bileti olanlar iksv gişelerine yığıldılar mı.. yoksa beklediler mi, nasılsa döneceğimiz çok mu belliydi..

soran olsa, aç kalacağımızı bile bile "yemeğe beklemeyin" derdik, "biz artık burada yaşayacağız". öyle umarsak belki konser hiç bitmezdi çünkü. cohen dans ederek, kendi çevresinde dönerek, hoplayıp zıplayarak sahneyi sadece birkaç dakikalığına terk eder ve sonra her alkışta geri dönerdi belki. ama zaten kimse sormadı ve zaten sadece üç saatti.

biz aya dokunup geri döndük, yanımızda lili marlene vardı.

21 Mart 2009 Cumartesi

yüzmek biçiminde kaydet

bu masayı, sandalyeyi, odada dolanan ve giderek ağırlaşan havayı, saçlarımı birarada tutan tokayı, aklımla fikrimi birbirinden ayıran sesleri bir kutuya doldurup denize bıraksam, arkalarından bakarken bir şeyleri değiştirmiş hisseder miyim? nereden başlamalı...

halbuki bir kutunun içindeyim. masam ve sandalyem, etrafımdaki hava, kafamdaki toka ve aklım ve fikrim ve onlara kasteden sesler tarafından paketlenmiş durumdayım. belki de bir denizin ortası burası, bilmiyorum, göremiyorum ki..

her şeyde bir çatlak var, ışık da içeri oradan sızar demiş cohen kişisi. kendini bir kutunun içinde hissederken, bu cümleyi terkarlayıp durmak belki de takınabileceğin en serinkanlı tavır. düşünmek değil, kaybetmeyi kabullenmek ya da nefesini idareli kullanmak değil, kutuyu tekmelemek de değil, sadece gözlerinle ve cümlenin içindeki ritimle ışığı bulmak var. oradan dışarı sızmak, kendini paramparça ederek, yeni bir kabuğa girdiğini farkedene kadar özgür olmak var. vardır herhalde.


yazmıyordum bloga, farkındayım. yazmayı düşünmediğim bir zamanın içinde dolanıyorum çünkü. çemberler çizerken ve o çemberleri daha önce burada bir yerde bazı satırlara anlatmışken bir daha yazmak, aynı çemberi bir de şu sözcüklerle çizmenin bıktıran hazzını duymak istemiyordum. tıkanıp kalmamalı yazı, eskinin kötü bir kopyası gibi hissettirmemeli. belki de daha çok yaşamak lâzım. ve daha az üşenmek.

okumak istiyorum. denizdeki kutumun içinde içeri sızan ışığı belki de bunun için kullansam daha iyi hissedicem. ben biraz inzivaya çekileyim, daha kalabalık bir yaşam bulayım kendimde.. sonra da insanlar.

16 Ocak 2009 Cuma

bin çarpı iki artı on eksi bir

çok zor bir yıl 2009.. bana uğraşacak çok şey olduğunu gösteriyo kulağımdan burnumdan çekerek.. ama çok güzel bi yıl. biliyorum.. dolu. hissettiriyor. yaşanacak bir şeyler var içinde... bir teaser'ını izlemiş gibiyim, altından çıkacaklara dair fikrim var ve bu beni heyecanlandırıyor. 2008'e hazırlıksızdım. kulaklarım uğuldarken yıl boyu sebebini çözememiştim, niçin üzüldüğümü, neye mutlu olduğumu bilemeden yaşadım koca yılı. abartıyorum illa ki, martta ya da en geç nisanda anladım neler olduğunu sanırım ama şimdi ocaktan biliyorum, hatta aralıktan... 2009 benim için unutulmaz bir yıl.

sevmek pek güzel bir his.. zor geçeceğini bildiğin bir yılı sevmekse apayrı güzel. yok et kendini diyor bir ses, zamanın güzelliğine karış, oralarda, güneşin doğurdukları ve batırdıklarıyla birlikte yaşa.. ol. bit.

not: kafam? burda mı?