24 Eylül 2007 Pazartesi

köşe yazım - bilinç kaydı

ayın 24'ü, sabahın 5'i... her ayın bu haftası, gecelerden birinde ve tam olarak bu saatlerde köşemi yazıyor olurdum. şimdi durup dururken uzun uzun bir şeyler yazma ihtiyacı duymamın sebebi bu olsa gerek. bütün bir ay (hem de eylül, yani ayların en mürekkeplisi, en değişkeni, en yazdıranı) üç beş cümleli, pratik blog yazıları yazdıktan sonra artık kafamı delip geçecek sağlam bir şeylerle çarpışmanın vakti geldi.. ama önce şunu söylemeliyim: bienal başladı, istanbul kendine bir katman daha ekledi. köhneliğin, cazibenin, nefretin, koşulsuz sevginin, ayyaşlığın, yok etmenin, varolmaya çalışmanın şehri istanbul bienalle birlikte iyimser düşüncenin, pozitif algının şehri oldu iki aylığına. bu aralar şehri dolaşma şansınız olacaksa gözünüzü kulağınızı açık tutmaya bakın, her an her köşeden bir "happening" fırlayabilir, boş boş baktığınız bir vitrayın içinde orada olması beklenmeyecek şeyler görülebilir, önünüzden alümünyum folyo kaplı yaşlı bir belediye otobüsü geçebilir.. ya da tophane'ye gidilir ve istanbul modern'in yanıbaşındaki antrepoda, izleri şehre yayılmış sürprizlerin çoğu tespit edilir. çıkışta bir çay ve boğaz manzarası eşliğinde "iyimser sanat"ın mümkünatı var mı yok mu, ya yoksa diye kafa cilalanabilir.

--

"unutturmak" hakkında yazasım var bu ay. kişisel sözlüğümde karşılığı ancak "çocuk avutmak" olabilecek bir sözcüğe karşı bir ayda bu kadar öfkeyi ne diye biriktirdim, onu anlamak istiyorum. ve bunu bir şikayet dilekçesine dönüştürmeden nasıl yapabileceğimi merak ediyorum. zira bir aydır olup biten tuhaf şeylerin ve bu satırlarda buluşan muhtemelen herkesin bir şekilde dahil olduğu kopuş sürecinin tortusu bu sözcük. level forumlarından başlayıp bire-bir muhabbetlere uzanan, aradaki her basamakta kendini apaçık belli eden "unutturma" çabasının
yarattığı hayreti anlatmak geçiyor içimden. bana george orwell'in bin dokuz yüz seksen dört'ündeki gazetelerden silinen haberleri hatırlatıyor bu çaba. sadece kurgu ürünlerinde görmeyi bekleyeceğim "sistemi korumak için geçmişi unutturmalıyız" prensibinin burnumuzun dibine kadar giren kocaman bir gerçeğe dönüşmüş olmasına hayret ediyorum. en azından bin dokuz yüz seksen dört'tekine yakışır bir atla-deve arıyor gözlerim ama gariptir, görebildiğim tek şey incir kabuğu.. küstah ve sevimsiz görünmek pahasına bu kadar küçük oynamayı göze alabilenler gerçekten garip geliyor.

"unutmak" ile bir sorunum yok. istediğiniz ya da boşverdiğiniz ya da zaten hiç farkına varmamış olduğunuz için unutmak bütünüyle bireysel bir şey, sizden başka kimseyi ilgilendirmez. evin anahtarını içerde unutmak kadar, annenin doğum gününü unutmak kadar, faturayı gününde yatırmayı unutmak kadar, bir zamanlar vazgeçilmez gelen bir şeyleri unutmak da doğal. yeter ki kendi haline bırakılsın.. garip ve doğadışı olan, bu sürecin sizin adınıza, sizin yerinize, dev bir hizmet olarak bir başkası tarafından işletilmesi.

22 Eylül 2007 Cumartesi

kendi dilinde bir dergi

başından beri dergiye türkçe bir isim bulmak istiyorduk ama öneriler giderek fantastikleştiği için bu inattan vazgeçmek üzereydik. sonra biriniz "oyungezer" dedi... ne? nasıl? yıllardır ismine yakışır şekilde dergi dergi dolaşmış, zaman zaman ortadan kaybolup gitmiş, zaman zaman da aynı anda iki ayrı yerde görülmüş bir sayfa, kocca bir dergiye ismini verebilir mi? bu öneriye başta direk karşı çıktım. sonra birkaç saat kafamda çevirdim durdum, sanki bu ismi ilk kez duymuşum gibi, kendisiyle hiç tanışıklığım yokmuş gibi... ertesi gün toplandığımızda "oyungezer"in yepyeni macerası da resmen başlamış oldu. ya da yepyeni maceramızın artık bir ismi vardı: oyungezer. yol ve macera ve oyun ve içtenlik ve hınzırlık ve bağımsızlık... şimdiden hepinize iyi yolculuklar.

18 Eylül 2007 Salı

yazma-ma-mekaniği


yazacak çok söz var ama onları biraraya getirecek kadar zaman yok. sessizliğime biraz daha katlanmanı rica ediyorum canım okur, birkaç günde birkaç şeyi daha halledip bu huzur mekanına geri döneceğim.

9 Eylül 2007 Pazar

kaç kişiydik o zaman, kaç blog olduk şimdi..

sinan'ın sayfasında hararetli bir isim arayışı sürüyor. olgay paşa, konağında geç bir tatil havasında, mangalda pişmiş türk kahvesini içip gözlerini boğaz'ın sularıyla dinlendiriyor. eren shinigami'lerini toplamış başına, L'in de katkılarıyla güzel güzel sohbet ediyor. berkant her daim gaz, enerjisi bitmiyor. mehmet (bay k.) okuyanları sürükleyen cümleleriyle dünün ve yarının izini sürüyor. tuğbek kendi cumhuriyetini kurmuş, sazlı sözlü, db9'lı bir ev veriyor konuklarına. homesick alien, oyungezer'ini teskin ediyor, rüya tamirleri yapıyor işsizlik döneminde..

bir çeşit tesadüfi gerilla taktiğiyle, hep birlikte ama organize olmadan internete attık kendimizi. bazılarımızın çoktandır blog sayfası vardı ama şimdi kimse boş bırakmıyor sayfasını. yazanlar, okuyanlar, yorum yazanlar, link ekleyenler, oradan oraya zıplayanlar.. bu sayfalarda olup bitenler yeni derginin nabzını belirliyor ki ampirik hesaplarıma göre son derece yüksek kendisi.

o an yaklaşıyor. zaman, bazen rahatsız eden ama asla vazgeçilmez bir kardeş gibi dürtüklemeye devam ediyor. james çalıyor, dinlendiriyor, aklımdan oğuz atay geçiyor, "canım hayat" diyorum kendi kendime, "sonunda bana bunu da yaptırdın."

8 Eylül 2007 Cumartesi

"bir avuç toz"

tuğbek'in şu yazısını ve özellikle de yazıya eşlik eden fotoğrafı gördükten sonra bu gece hiçbir şey yazasım gelmedi... zor be kardeşim.

6 Eylül 2007 Perşembe

"bir kış gecesi eğer bir yolcu..."

günde yarım saat "kasetten" japonca dersi, bir iki bölüm inuyasha, birkaç manik birkaç da depresif kriz (bunların bazıları 12 dev adamın maç saatlerine denk düşüyor genellikle), bir iki saatlik proje etüdü, okuma seansları, yazma denemeleri ve blog. geçiş dönemi yaşam düzenim yaklaşık olarak böyle bir şey.

geçiş dönemleri iyidir, eskileri analiz etmek ve anlamlı bir paket haline getirmek, yani kafaya defrag yapmak için değerlendirebilirsin bu süreyi. bir aşkın sonunda, yenisine başlamadan önce ne kadar ihtiyacın varsa bir işten ayrılıp diğerine giriştiğinde de bir ara vermek o kadar faydalıdır (all your base are belong to us). pek ara vermiş gibi değilsek de level'daki alışkanlıklarımızı terk etmek, yerine daha sağlıklı bir şeyler koymak için iyi bir süreç bu. bir de şu acayip rüzgâr dursa, mis gibi bir yağmur yağsa...

bu arada şimdiye kadar joystiq'ten başka blog takip etmeyen biri olarak fazlasıyla bu atmosfere bulanmış durumdayım, hiç de şikayetçi değilim. en son varolmayan şövalye de nefis bir kitaptan nefis bir blogcuya dönüşmüş durumda. bunlar hep görmek istediğimiz şeyler tabii.

4 Eylül 2007 Salı

sevgili blog...

hani insan ruh halini anlatacak sözcükleri bir türlü bulamadığında kolaya kaçıp bulunduğu ortamı anlatır... "burada serin bir rüzgâr var" (ruhum ürperiyor demek istiyor), "bütün ışıkları kapattım" (korkunç depresifim bu akşam anlamında), "bilgisayarın uğultusunu dinliyorum" (öyle yalnız hissediyorum ki...), "buzlu kolam, peynirli cipsim var" (rahatım, iyiyim, eğlenmeye çalışıyorum), "yağmur yağıyor, toprağın kokusunu buradan alabiliyorum" (kedi seven ve yalancı bir insanım -tamam bunu abarttım) gibi bir ton şey. ben de doğrudan nasıl hissettiğimi anlatmaktansa bu tür kalıpları haşince kullanmayı tercih edenlerdenim aslında. level'daki köşe yazılarımda da (bir sayfa dolusu bir köşedir kendisi) durmaksızın içimi döktüğüm düşünülürse, sanırım şu ana kadar hangi şartlar altında yazı yazdığım konusunda fazlasıyla gevezelik etmişimdir. orada söylemediğim muhtemelen tek şey, yazı yazarken öküzlemesine sigara içtiğimdir ki aslında şimdi de bunu söyleyerek ne kadar "doğru" bir şey yaptığımı bilmiyorum. buraya değil de bir deftere yazıyor olsaydım bile bu meseleyi açmak istemeyebilirdim hatta. neyse, dergideki sayfamdaymışçasına belli bir adap ve disiplin içinde yazmaya devam etmek en iyisi olacak... blogla günlüğün birbiriyle hiç alakası olmayan şeyler olduğunu bizzat farketmek de bu sabahın körüne kısmetmiş demek.

2 Eylül 2007 Pazar

hıçkırtan gerçek!

pek neşeli bir akşam bu akşam. evde ziggy'yleyiz, o sıkkın, havlayıp duruyor. sigur ros çalıyor, son derece sıkkın. odamın lambası 1500 yıldır patlak, masa lambası olabildiğince sıkkın, her an siyaha geçebilecek bir turuncuyla aydınlatmaya çalışıyor buraları. içecek stoğum sınırlı, uykusuzluk sınırsız... ama içim içime sığmıyor.

bu gece muhtemelen uyumayacağım, yeni dergi hışır hışır ediyor kafamın içinde, bir türlü rahat vermiyor. şu iki parçayı birleştir, yok ama önce şu soldakileri bir atalım, oradaki kutucuğu kaldır, buradaki spotu yeniden düzenle... ortada daha hiçbir şey yokken bu kadar motive olduğum bir iş daha hatırlamıyorum. bu coşkuya yaklaşabilen tek anım, ilkokula başlayacağım hafta babamın getirdiği sarı sırt çantasını gördüğümde hissettiklerim.

iyi bir şeyler geliyor. biliyorum, zira hıçkırıyorum yarım saattir. dergi çıkana kadar da bardağın tersinden su içmek, bööö'yle korkmak filan kesmeyecek..