ayın 24'ü, sabahın 5'i... her ayın bu haftası, gecelerden birinde ve tam olarak bu saatlerde köşemi yazıyor olurdum. şimdi durup dururken uzun uzun bir şeyler yazma ihtiyacı duymamın sebebi bu olsa gerek. bütün bir ay (hem de eylül, yani ayların en mürekkeplisi, en değişkeni, en yazdıranı) üç beş cümleli, pratik blog yazıları yazdıktan sonra artık kafamı delip geçecek sağlam bir şeylerle çarpışmanın vakti geldi.. ama önce şunu söylemeliyim: bienal başladı, istanbul kendine bir katman daha ekledi. köhneliğin, cazibenin, nefretin, koşulsuz sevginin, ayyaşlığın, yok etmenin, varolmaya çalışmanın şehri istanbul bienalle birlikte iyimser düşüncenin, pozitif algının şehri oldu iki aylığına. bu aralar şehri dolaşma şansınız olacaksa gözünüzü kulağınızı açık tutmaya bakın, her an her köşeden bir "happening" fırlayabilir, boş boş baktığınız bir vitrayın içinde orada olması beklenmeyecek şeyler görülebilir, önünüzden alümünyum folyo kaplı yaşlı bir belediye otobüsü geçebilir.. ya da tophane'ye gidilir ve istanbul modern'in yanıbaşındaki antrepoda, izleri şehre yayılmış sürprizlerin çoğu tespit edilir. çıkışta bir çay ve boğaz manzarası eşliğinde "iyimser sanat"ın mümkünatı var mı yok mu, ya yoksa diye kafa cilalanabilir.
--
"unutturmak" hakkında yazasım var bu ay. kişisel sözlüğümde karşılığı ancak "çocuk avutmak" olabilecek bir sözcüğe karşı bir ayda bu kadar öfkeyi ne diye biriktirdim, onu anlamak istiyorum. ve bunu bir şikayet dilekçesine dönüştürmeden nasıl yapabileceğimi merak ediyorum. zira bir aydır olup biten tuhaf şeylerin ve bu satırlarda buluşan muhtemelen herkesin bir şekilde dahil olduğu kopuş sürecinin tortusu bu sözcük. level forumlarından başlayıp bire-bir muhabbetlere uzanan, aradaki her basamakta kendini apaçık belli eden "unutturma" çabasının
yarattığı hayreti anlatmak geçiyor içimden. bana george orwell'in bin dokuz yüz seksen dört'ündeki gazetelerden silinen haberleri hatırlatıyor bu çaba. sadece kurgu ürünlerinde görmeyi bekleyeceğim "sistemi korumak için geçmişi unutturmalıyız" prensibinin burnumuzun dibine kadar giren kocaman bir gerçeğe dönüşmüş olmasına hayret ediyorum. en azından bin dokuz yüz seksen dört'tekine yakışır bir atla-deve arıyor gözlerim ama gariptir, görebildiğim tek şey incir kabuğu.. küstah ve sevimsiz görünmek pahasına bu kadar küçük oynamayı göze alabilenler gerçekten garip geliyor.
"unutmak" ile bir sorunum yok. istediğiniz ya da boşverdiğiniz ya da zaten hiç farkına varmamış olduğunuz için unutmak bütünüyle bireysel bir şey, sizden başka kimseyi ilgilendirmez. evin anahtarını içerde unutmak kadar, annenin doğum gününü unutmak kadar, faturayı gününde yatırmayı unutmak kadar, bir zamanlar vazgeçilmez gelen bir şeyleri unutmak da doğal. yeter ki kendi haline bırakılsın.. garip ve doğadışı olan, bu sürecin sizin adınıza, sizin yerinize, dev bir hizmet olarak bir başkası tarafından işletilmesi.
24 Eylül 2007 Pazartesi
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
16 yorum:
Bu aralar değil, ancak "her zaman" İstanbul'u dolaşacak bir kişi gözünü ve kulağını açık tutması gerekir, çünkü her an bir köşeden bir happening(!) fırlayabilir. Bu fırlayan happening kapkaçcıdır, çantanızı alabilir, hatta biraz direnirseniz size zarar verebilir. Bunun yanında daha neler fırlayabileceğini İstanbullular çok iyi bilirler, yan kesiciler, tinerciler, dolandırıcılar... Ayrıca yürürken dikkatli olmazsanız bir belediye çukuruna düşmeniz de mümkün. Evinize hırsız girer, arabanız çalınır...
Tüm görkemi bir yana İstanbul böyle yaşanamaz bir şehir, tüm İstanbulluların bildiği, unutup yaşamaya çalıştığı bir gerçek bu. Yaşama devam etmek için unutup, unutmaya çalışmak, unuturmak gerekiyor bazı gerçekleri...
ve en fenası da varoluşunuzu bir kabuğa indirgemek, zorlukların hediye ettiği nasırlı dokunun altında kendinize dair hiçbir şey hissedememek değil midir sayın isimsiz? bu esnada unutulan ve unutturulan da iyimserliğin bizzat kendisi değil mi acaba? gerçekten böyle karanlık ve çaresiz bir hayat mı tercih etmeliyiz sizce..
Aslında temel sebep öteki Türkiye'nin uzun zaman önce unutulmuş, "normal" Türkiye'de yaşayanların "öteki" tarafta yaşayanlar tarafından daha da ötekileştirilmiş olmasından ibaret. Bienal'e giden, hayatı dolu dolu yaşamaya, bir şeyleri kavramaya çabalayanlara inat bir rövanş çabasıdır kapkaççının da tinercinin de yaptığı. Ve yine bizim dışımızda gelişen unutturma eylemine dayanır temeli. Artık o kadar unutkan durumdayız ki, bizim için önemli olmayan, ama başkalarının doğrudan hayatını etkileyen durumların bize, birileri tarafından gayet başarılı bir şekilde unutturulduğunu dahi hatırlayamıyoruz. Hmm, yoksa hatırlamak mı istemiyoruz desem...
Bu arada aranızda bloglardan birinde kavga içerikli yazının altında imzamı gören varsa söyleyim benim çok sevgili (!) kuzenim ben erzurumdayken ufak çaplı yorumlar yazmak için adımı kullanmış ama ne kadar büyük çaplı işler başarmış hayret ettim , boyu kadar ateş olsa bi kibrit yakamaz pis bücür :D
inkar etmenin anlamı yok benim canım kuzenim tuğbek beyin bloguna işi nasıl düzelteceğiyle ilgili bi mesaj yazmasa yakalayamazdım(Zaten bir yazımı okuyan bir insan bile o yazıyı benim yazmadığımı anlar)
sinirmanga yazısını eklememişim tüh
''Bienal'e giden, hayatı dolu dolu yaşamaya, bir şeyleri kavramaya çabalayanlara inat bir rövanş çabasıdır kapkaççının da tinercinin de yaptığı.''
Ben yukarıdaki sayın isimsiz, ben Serpil hanımın yazılarını okuyup anlamakta zorlananlardanım. Anladığım kadarıyla yazmaya çalışayım, insanların hayatları gerçekten çok karanlık ve çaresiz, oldukça nasırlaşmış bir dokunun altında yaşamaya mahkûm ediliyorlar. Bu ortamda doğal olarak insanlar hayata pek fazla iyimser bakamıyor, kötümserlik düşüncelerine hâkim oluyor. Yani iyimserlik ya da kötümserlik tam olarak insanların tercihi değil. Örneğin işini kaybeden bir insanın işsizlik süresi uzadıkça doğal olarak düşünceleri karanlıklara gömülüyor, bienal mienal hiçbir şeyin tadı kalmıyor, tat alamıyor; oysa iş bulduğu zaman güneş bir başka doğuyor; ah canım İstanbul, Ayasofya, boğaz, aşklarım, doğduğum, doyduğum yer…
Yukarıda parazitlik yaptım aslında, yazıya hiç alakasız bir yorum getirdim. Siz, diyelim, güneşin güzelliklerinden bahsederken, ben küresel ısınmayı anlattım, mesele esas buradan kaynaklanıyor..
Son olarak ana yazınız içiniz söylemek istediğim bir çift söz var, “küstah ve sevimsiz görünmek pahasına bu kadar küçük oynamayı göze alabilenler”le bir arada olmak üzerinde durulması gereken, çok ciddi bir durum; ancak ne yaparsınız ki insanlar bazı şeylere katlanmak zorunda, sonunda bu rahatsızlık blog sayfalarına yansıyor…
Sanırım,eski derginin forumlarında,üyelere yönelik tutuma değinmiş Serpil hanım.Forum yöneticilerinin eski yazarları unutturmaya yönelik tutumuna.Bir de genel bir değerlendirme yapmış.Hepsine katılıyorum.Ayrıca İstanbul daha ne kadar nüfusu kaldırabilecek acaba?Durmadan artıyor,durmadan artıyor.Metrekareye kaç kişi düşüyor acaba İstanbulda?Ayrıca toplumun ahlakındaki düşüş sadece İstanbul'da değil,ülkenin her yerinde var.Bencil,tembel,cahil insanların çoğunlukta olduğu bir ülkede yaşıyoruz maalesef.
serpil apla yazıların muhteşem...
fakat yeni yazılarını da bekliyoruz
bıraktım, beynimin denizini kemirsin bir balık.
unut.
unut.
unut.
ilik bir kelime.
İlk yazının yorumlarından alıntı:
homesick alien dedi ki...
çok sağol muhammed, siz yeter ki okumak isteyin, ben hiç üşenmem yazarım valla.. elle tutulur sayfalarda tekrar görüşmek üzere..
...
Abla yazmak için neyi bekliyorsun? Yoksa beklediğin sadece elle tutulur sayfalar mı?
evet serpil abla lütfen yaz :(
bekliyoruz yazılarını ama sen yazmıyorsun :(
ühüü ;(
=) yazıyorum arkadaşlarım benim, sadece şimdilik siz görmüyorsunuz..
bizimkide meymun iştahlılık oluyor ama
siz tabi şu an oyungezer işleriyle felan uğraşıyorsunuzdur herhalde
tuğbek abi site işine çok uğraşmış sanırım
10 gündü galiba...
hepinize Allah kolaylık vere
eğer okur olarak beta testçisinden başka bi misyonumuz olursa , yerine getirmekten mutluluk duyarız efem
Yorum Gönder