yokluğun çok karşılığı var sözlüğümde ama yoksulluk? sözcüklerimi üstüne serpmek istemeyeceğim, gerçekliğini romantik kelamlarla yumuşatmaya yanaşmayacağım bir sertliği var yoksulluğun. öyle de kalmalı akıllarda. bilmelisiniz. tepenizde akbabaları görmeniz gerekmiyor, bu dünyanın bir yerlerinde açlığın öldürdüğünü unutmamalısınız… bir blogunuz varsa, en azından bir lokma yazıyla katkıda bulunup, diğerlerine de hatırlatmalısınız. bu kadarcığını yaptığınız için asla gururlanmadan, elinizden başka ne geleceğini düşünerek…
15 Ekim 2008 Çarşamba
bi lokma yazı
20 Eylül 2008 Cumartesi
yağmurluk
ya ben ne eşek bi insanım. affedin sevdiğiniz biriysem ama gerçekten eşeklik değil mi eylülü sessizlikle geçirmek.. evet farkındayım, çok konuşuldu, çok sözcükler heba oldu kendilerini anlatmak uğruna, bazıları kaybedildi -huzur içinde uyusunlar-, elde hiç sözcük kalmadı bazen.. bazıları da bir daha hiç kimse tarafından kullanılmak istemeyecek kadar aşındı, eskidi, sevimsizleşti. ama ben susarak daha büyük bi haksızlık yapmış olmuyor muyum öğrendiğim her şeye. soru işaretine bile gerek duymadan, evet.
anlatın kendinizi. dışınızdaki korkunç gürültüyü susturun ve siz konuşun. üstüne kilit vurduğunuz sözcükleri de çıkartın, eskimişliğinden korktuklarınızı da, aşınmış olsunlar, mühim olan "temiz" olmaları değil mi sanki? açın ağzınızı ve söyleyin. temizlerse, gerçeklerse, sizinse onlar anlatılmalılar.. yoksa çölleşiyorsunuz. aklınız çölleşiyor. duygularınız kalıyor bir yerlerde ama o yerler uzak oluyor, gidilemiyor. siz adımınızı atmazsanız zaten kimse de elinizden tutup yanınızda yürümüyor. o yol da yalnız çekilmiyor.
ya bak işte... çöl dedim, konuş dedim, yağmur başladı.. ben bu istanbul'u seviyorum. bu griliğini.. bu muhabbetliliğini, değişkenliğini seviyorum bu şehrin. bana ve istanbul'a eylül geldi. o yağıyo, ben de dinliyorum, dinledikçe sözcükler geliyor aklıma. yağmurun altında hepsi cilalanıyor, temizleniyor. hemen gidip spore'u yazıp bitirmeliyim.. yağmuru çağıranlara, eylülü getirenlere teşekkür ederek...
anlatın kendinizi. dışınızdaki korkunç gürültüyü susturun ve siz konuşun. üstüne kilit vurduğunuz sözcükleri de çıkartın, eskimişliğinden korktuklarınızı da, aşınmış olsunlar, mühim olan "temiz" olmaları değil mi sanki? açın ağzınızı ve söyleyin. temizlerse, gerçeklerse, sizinse onlar anlatılmalılar.. yoksa çölleşiyorsunuz. aklınız çölleşiyor. duygularınız kalıyor bir yerlerde ama o yerler uzak oluyor, gidilemiyor. siz adımınızı atmazsanız zaten kimse de elinizden tutup yanınızda yürümüyor. o yol da yalnız çekilmiyor.
ya bak işte... çöl dedim, konuş dedim, yağmur başladı.. ben bu istanbul'u seviyorum. bu griliğini.. bu muhabbetliliğini, değişkenliğini seviyorum bu şehrin. bana ve istanbul'a eylül geldi. o yağıyo, ben de dinliyorum, dinledikçe sözcükler geliyor aklıma. yağmurun altında hepsi cilalanıyor, temizleniyor. hemen gidip spore'u yazıp bitirmeliyim.. yağmuru çağıranlara, eylülü getirenlere teşekkür ederek...
14 Eylül 2008 Pazar
smells like..
bu kadar çok rüya görüp de bu kadar az uğradığım olmamıştı bu sayfaya.. çok mu meşguldüm, çok mu içime kapandım, çok mu büyük bir dünya var dışarda ve ben çok mu aymazım... hepsi var bunların, hepsiyle birlikteyim, tümünü duyarak yaşıyorum. ama hiçbiri yeni değil.
peki n'oluyor, okazyon nedir? boşver blog (ben bunları vardiya defterine mi yazmalıyım aslında?).. işte şu parantezin içindeki oluyo aslında. neyi nereye yazacağımı bilemiyorum.. kafamdan çıkıp özgür kaldıklarında gitmiyorum peşlerinden, nereye atarlarsa kendilerini öylece kabul ediyorum, sanki tek derdim kurtulmakmış gibi.. oysa evet, hepsiyle birlikte yaşamaya devam ediyorum, bir şeyden kurtulduğum falan yok.
neyse işte tesadüf bugüneymiş, mogwai'nin yeni tınıları en çok bu sayfaya çağırmış zaar beni ki gelip bu kez buraya çöreklenmişler benim canım, katlanılmaz, sıkıntı biçimlerim.. sanırım bu albümü bir yüzyıl kadar dinleyeceğim. anlayacak kadar ileri gitmeden, haddimi bilerek, böylece beni çözmesine izin vermeden, bu tuhaf şarkılarla birbirimizi uzaktan hissederek geçirecek bir yüzyılımız var. kimseye önermiyorum ve sorumluluk kabul etmiyorum ama: mogwai - the hawk is howling
peki n'oluyor, okazyon nedir? boşver blog (ben bunları vardiya defterine mi yazmalıyım aslında?).. işte şu parantezin içindeki oluyo aslında. neyi nereye yazacağımı bilemiyorum.. kafamdan çıkıp özgür kaldıklarında gitmiyorum peşlerinden, nereye atarlarsa kendilerini öylece kabul ediyorum, sanki tek derdim kurtulmakmış gibi.. oysa evet, hepsiyle birlikte yaşamaya devam ediyorum, bir şeyden kurtulduğum falan yok.
neyse işte tesadüf bugüneymiş, mogwai'nin yeni tınıları en çok bu sayfaya çağırmış zaar beni ki gelip bu kez buraya çöreklenmişler benim canım, katlanılmaz, sıkıntı biçimlerim.. sanırım bu albümü bir yüzyıl kadar dinleyeceğim. anlayacak kadar ileri gitmeden, haddimi bilerek, böylece beni çözmesine izin vermeden, bu tuhaf şarkılarla birbirimizi uzaktan hissederek geçirecek bir yüzyılımız var. kimseye önermiyorum ve sorumluluk kabul etmiyorum ama: mogwai - the hawk is howling
29 Temmuz 2008 Salı
yarı uyanık...
"zamanı gelmişti" diye düşünüyordu. parmakları titriyor, siyahtan başka renge yer olmayan o sokakta üstündeki ıslak, kara lekeli paltoya bakıyordu, görmeden. ne tuhaftı, tek bildiği zamanın geldiğiydi, o sadece itaat etmişti.
bir duvar vardı, bir böcek-insan, bir bıçak ve bir kâbus... hepsini birden görmek, her birinin kokusunu ve aciz bırakan gücünü algılamak ve zamanın ne toprağa ne denize ne de göklere benzeyen sonsuzluğunu, sonsuzluğun hükmünü dinlemek fazla gelmişti işte. sokuvermişti bıçağı. kâbusa, böcek-insana ve duvara veda etmişti ama.. ama işte bıçak hâlâ elindeydi ve paltosunda kara lekeler vardı. uyandığında ruhundaki ışığı, ışığın altında kırmızı lekeleri, lekelerin kokusunda kendine nefretini gördü.
ölmüştü ama uyanıktı. aslolan da buydu...
bir duvar vardı, bir böcek-insan, bir bıçak ve bir kâbus... hepsini birden görmek, her birinin kokusunu ve aciz bırakan gücünü algılamak ve zamanın ne toprağa ne denize ne de göklere benzeyen sonsuzluğunu, sonsuzluğun hükmünü dinlemek fazla gelmişti işte. sokuvermişti bıçağı. kâbusa, böcek-insana ve duvara veda etmişti ama.. ama işte bıçak hâlâ elindeydi ve paltosunda kara lekeler vardı. uyandığında ruhundaki ışığı, ışığın altında kırmızı lekeleri, lekelerin kokusunda kendine nefretini gördü.
ölmüştü ama uyanıktı. aslolan da buydu...
5 Haziran 2008 Perşembe
dümdüz okunur, yazıldığı gibi
bugünün özeti:
* ne kadar da kibirlisin insan. bir hamamböceği kadar çalışmıyor duyuların ama üstüne basabildiğin her şey gibi ondan da üstün sanıyorsun kendini. amma burnun büyük be.. kafanla halletmen gerekenleri o çirkin topuğunla halletmeye çalışırken öyle çaresizsin ki.
* önceki gece rüyamda bileklerimi kesmeye çalışan adamı hatırladım da.. cinayete intihar süsü vermenin de bir adabı olmalı.
* yazı yazarken kopup gitmek eskisi kadar hoşuma gitmiyor. başladığım fikri takip etmek istiyorum. o yazı için ayrılan yeri tükettiğim anda, üstteki satırlara bakıp anafikri parçalanmış görmek rahatsız ediyor. yazan değil, okuyan gibi bakıyorum yazıya artık sanırım, işte bunu da sevmiyorum (mcdonalds da sevmiyorum).
* "kadın milleti" muhabbeti yapanları "100 saatte kadını anlamak" konulu (hızlandırılmış) bir kursa almak istiyorum. ama ders blok olacak. yemek ve tuvalet molası yok. her anlamadığın mesele karşısında "kadın milleti" diyeceğine açlık ve biraz da pislik çek, daha iyi.
* bütün dergiyi daha çıkmadan okudum sanıyordum ama bugün matbu halini okurken dikkatimden kaçan bir detay gördüm. çok mutlu oldum. içimden teşekkür ettim.
* anita lane'in bir şarkısının yüzde yirmisi filan uçmuş! bilgisayar ısınınca mp3'lerde kısmi buharlaşma mı oluyor, bu ne saçmalık...
* yaz akşamları çok rahatsız şeyler. şöyle ki, kışın zaten eve girip kapıyı pencereyi örtüyorsun, içe dönüksün, dünyaya eyvallahın yok, mis gibi. ama yazın bir parçan hep sokakta kalıyor, sen evde huzur bulmaya çalışırken o dışardaki sesleri, dondurma yemekten dönenlerin muhabbetlerini dinliyor. rahatsız.
* bugün bitmesin. bugün iyi bir gün.
* cümle içinde "ötenk" demek istiyorum ama anlamını bilmiyorum. babamın ötenki de yok... var desem keser beni.
* ne kadar da kibirlisin insan. bir hamamböceği kadar çalışmıyor duyuların ama üstüne basabildiğin her şey gibi ondan da üstün sanıyorsun kendini. amma burnun büyük be.. kafanla halletmen gerekenleri o çirkin topuğunla halletmeye çalışırken öyle çaresizsin ki.
* önceki gece rüyamda bileklerimi kesmeye çalışan adamı hatırladım da.. cinayete intihar süsü vermenin de bir adabı olmalı.
* yazı yazarken kopup gitmek eskisi kadar hoşuma gitmiyor. başladığım fikri takip etmek istiyorum. o yazı için ayrılan yeri tükettiğim anda, üstteki satırlara bakıp anafikri parçalanmış görmek rahatsız ediyor. yazan değil, okuyan gibi bakıyorum yazıya artık sanırım, işte bunu da sevmiyorum (mcdonalds da sevmiyorum).
* "kadın milleti" muhabbeti yapanları "100 saatte kadını anlamak" konulu (hızlandırılmış) bir kursa almak istiyorum. ama ders blok olacak. yemek ve tuvalet molası yok. her anlamadığın mesele karşısında "kadın milleti" diyeceğine açlık ve biraz da pislik çek, daha iyi.
* bütün dergiyi daha çıkmadan okudum sanıyordum ama bugün matbu halini okurken dikkatimden kaçan bir detay gördüm. çok mutlu oldum. içimden teşekkür ettim.
* anita lane'in bir şarkısının yüzde yirmisi filan uçmuş! bilgisayar ısınınca mp3'lerde kısmi buharlaşma mı oluyor, bu ne saçmalık...
* yaz akşamları çok rahatsız şeyler. şöyle ki, kışın zaten eve girip kapıyı pencereyi örtüyorsun, içe dönüksün, dünyaya eyvallahın yok, mis gibi. ama yazın bir parçan hep sokakta kalıyor, sen evde huzur bulmaya çalışırken o dışardaki sesleri, dondurma yemekten dönenlerin muhabbetlerini dinliyor. rahatsız.
* bugün bitmesin. bugün iyi bir gün.
* cümle içinde "ötenk" demek istiyorum ama anlamını bilmiyorum. babamın ötenki de yok... var desem keser beni.
7 Mart 2008 Cuma
öteki, kayıp, bi şey, deform
gece üç kuşları var pencerenin dışında, deli gibi bu saatte ötmeye başladılar. ne istiyorlar? beni bu saatte kaldırıp buraya oturtuyolar, iyi mi oluyor sanki.. sabah 7'de mesaiye başlayan kuşlar daha bir garip tabii. muhasebeci gibi... koş koş, 7.45 vapuruna yetiş, simit topla, yolcu envanteri çıkart.
gece üç kuşlarının olayı farklı. onlar, bizim beşeri fantezilerimize daha iyi cevap veriyor. hani kuş deyince direk ortaya çıkan "ah, özgürlük gibisi var mı.." iç geçirişlerimiz var ya, hani kuşlarla ilgili bir yazı yazıyorum diye direk şuraya pike yapan martı fotoğrafı eklemenin dümdüz, özensiz cazibesi gibi, o kuşlar bu düz tarafımıza hitap ediyor. onların umrunda bile değil ama biz kendi beceremediklerimizi başkalarına dayatmayı sevdiğimiz için, mecburlar, özgür olmak zorundalar, gecenin üçünde ötmeli ve çılgınlar gibi eğlendiklerini düşündürmeliler bize. hele bi yapmasınlar... "ben olamadım, bari bu kuş doktor olsun" gibiyiz işte. hayal kırıklıklarımızın acısını zavallı kuşları tus'a sokarak çıkartıyoruz. cık cık... cik cik belki de.
neyse ben damarımı kesip sözcük akıtmaya geldiydim (bir nevi edebiyat fanatizmi bu da herhal. "kesseniz sözcük akar" şeklinde, beşiktaşlı gibi söylenince oluyor). hatta yazıya "kayıp yanım, ötekim" diye başlık atmış bile bulundum (rüyada görüştük az önce kendisiyle). ama doğusu biraz keskin geldi bu başlık. cesaret edemedim. blogger çarşı tayfası bağırıyor oradan: kol-pa taraf-tar iste-mi-yo-ruz! eeehhh be...
iyi geceler.
-herhalde bir yarım saat kadar sonra-
"bir tüy kalemle yazılmış bekler bir hayat daha olmalı der gibi... kahverengi tonlarda uykularda." istanbul hatırası, bir kez daha dokundu.
gece üç kuşlarının olayı farklı. onlar, bizim beşeri fantezilerimize daha iyi cevap veriyor. hani kuş deyince direk ortaya çıkan "ah, özgürlük gibisi var mı.." iç geçirişlerimiz var ya, hani kuşlarla ilgili bir yazı yazıyorum diye direk şuraya pike yapan martı fotoğrafı eklemenin dümdüz, özensiz cazibesi gibi, o kuşlar bu düz tarafımıza hitap ediyor. onların umrunda bile değil ama biz kendi beceremediklerimizi başkalarına dayatmayı sevdiğimiz için, mecburlar, özgür olmak zorundalar, gecenin üçünde ötmeli ve çılgınlar gibi eğlendiklerini düşündürmeliler bize. hele bi yapmasınlar... "ben olamadım, bari bu kuş doktor olsun" gibiyiz işte. hayal kırıklıklarımızın acısını zavallı kuşları tus'a sokarak çıkartıyoruz. cık cık... cik cik belki de.
neyse ben damarımı kesip sözcük akıtmaya geldiydim (bir nevi edebiyat fanatizmi bu da herhal. "kesseniz sözcük akar" şeklinde, beşiktaşlı gibi söylenince oluyor). hatta yazıya "kayıp yanım, ötekim" diye başlık atmış bile bulundum (rüyada görüştük az önce kendisiyle). ama doğusu biraz keskin geldi bu başlık. cesaret edemedim. blogger çarşı tayfası bağırıyor oradan: kol-pa taraf-tar iste-mi-yo-ruz! eeehhh be...
iyi geceler.
-herhalde bir yarım saat kadar sonra-
"bir tüy kalemle yazılmış bekler bir hayat daha olmalı der gibi... kahverengi tonlarda uykularda." istanbul hatırası, bir kez daha dokundu.
14 Şubat 2008 Perşembe
14 şubat
pembe kalpleri, peluş ayıcıklardan bozma geçici personaları, kendiniz toplamamışsanız çiçekleri boşverme günü. nick cave and the bad seeds'den into my arms, tom waits'ten blue valentines ve romeo is bleeding günü. november bi de. hatta russian dance. aman işte, tom waits deyince çok şarkı çıkıyor, seçim yapamıyorum....
21 Ocak 2008 Pazartesi
çalış...
çalış, dedi kendine. saat 4 olmuştu, yanında iki noktası ve iki sıfırıyla, çok çok karanlığıyla saat 4 gibiydi her şey zaten..
çalışırken kahve makinası açılmalı, iletişim kanalları kapatılmalı.. sanıyordu. (bu yazıyı da kendisinin yazdığını gizlemeye çalışıyor niyeyse) ama birkaç aydır bu sistem değişti. çünkü kahve kadar okur da sıcak tutuyor, uyanık tutuyor. gecenin köründe, busy'ye aldığın ve hiçbir mesajı cevaplamadığın msn'ine bir okuyandan bir şarkı linki geliyor... ve ne garip, üniversite sınavına hazırlanırken sabahladığın gecelerde annenin soyup getirdiği mandalidan aldığın tadı alıyosun o şarkıdan. çalıştığın için şefkat görüyorsun. ve diyorsun kendine; çalış. daha güzel olsun, en güzel olsun her şey, en gerçek, en hayalci, en sıcak, en hissettiğin gibi olsun.
güzel şarkı, gecenin dördü için en nefis hediye, kahve gibi bi şey... oyungezer'e başladığımızdan beri posta kutuma düşen nefis şarkılardan sonuncusu. teşekkürler sevgili, uykusuz, müzikli, şefkatli, sıcak her şey için.
çalışırken kahve makinası açılmalı, iletişim kanalları kapatılmalı.. sanıyordu. (bu yazıyı da kendisinin yazdığını gizlemeye çalışıyor niyeyse) ama birkaç aydır bu sistem değişti. çünkü kahve kadar okur da sıcak tutuyor, uyanık tutuyor. gecenin köründe, busy'ye aldığın ve hiçbir mesajı cevaplamadığın msn'ine bir okuyandan bir şarkı linki geliyor... ve ne garip, üniversite sınavına hazırlanırken sabahladığın gecelerde annenin soyup getirdiği mandalidan aldığın tadı alıyosun o şarkıdan. çalıştığın için şefkat görüyorsun. ve diyorsun kendine; çalış. daha güzel olsun, en güzel olsun her şey, en gerçek, en hayalci, en sıcak, en hissettiğin gibi olsun.
güzel şarkı, gecenin dördü için en nefis hediye, kahve gibi bi şey... oyungezer'e başladığımızdan beri posta kutuma düşen nefis şarkılardan sonuncusu. teşekkürler sevgili, uykusuz, müzikli, şefkatli, sıcak her şey için.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)